Ana sayfa İnsanlar Ermeni mahallesinde Besmeleli ekmek

Ermeni mahallesinde Besmeleli ekmek

964
0

Sözlü tarih olmasaydı ne yapardık, nasıl bilirdik sokakların belleklerini, oradan geçen palabıyıklı amcaların cevher yüreklerini, kallavi delikanlıların yumurta topuk ayakkabılarının çıkardığı taktakları, nasıl hatırlardık örtülü kadınların mahrem dünyalarını…

1943 doğumlu İrfan Akbıyık; Ermeni mahallesinde ilk Müslüman fırıncı dedesi Sultan Baloğlu Şıh Mehmet Ağa’yı anlatmasaydı, aynı Mehmet Ağa’nın püsküllü kamasının marifetiyle Ermeni ve Rum esnaf arasında nasıl yer bulduğunu kaydetmeseydi bir bir, Kayseri’nin 50’li yıllardaki ticari hayatını, Kayseri’nin ilk asfaltlanan sokağını, Kapalıçarşı’nın ilk kadın tezgâhtarını, Kayseri’nin ilk pastanesinin hangi vesilelerle açıldığını ve daha nice rengarenk yaşanmışlıkları aktarmasaydı sabırla, nereden bilecektik; Kayserinin capcanlı, rengarenk, tarihten fışkıran yaşanmışlıklarını…

İyi ki sözlü tarih ve onu taşıyan bellekler var da, onları aktaracak mecralardan sizlere ulaşıyoruz. Getirenden götürenden razı olsun, der eskiler; hatıratı söze taşıyandan, sözü yazıya ve buna vesile olandan, en nihayetinde onu zevkle okuyup ders alandan ve cümlesinden razı olsun…

“BABANI MI ÖLDÜRDÜM BEN SENİN?”

Nedir büyükdedenizin Ermeni Mahallesi’nde ilk Türk fırını açma hikayesi?

Dedemin babası, yani büyük dedem Sultan Baloğlu Şıh Mehmet Ağa’nın, Tutak Mahallesi’nde; şimdiki Merkez Bankası’nın aşağı yukarı 200-300 metre ilerisi, yani şimdiki Susal Talebe Yurdu’nun bulunduğu yerde fırını varmış. Tutak Mahallesi, Hasinni Mahallesi, yanındaki Lale Mahallesi, Hunat ve Çorakçı Mahallesi Türk ve Müslüman mahallesiydi. Tavukçu, Bahçebaşı ve Caferbey Mahallesi de Ermenilerin olduğu mahallelerdi.

Malazgirt’te Türkler Anadolu’ya gelince Kayseri’ye de geliyor, onlar da yerleştirildikleri mahallelere kendi boylarının adını veriyorlar o zaman. Türklerin evleri hayatlı olur, sokağa penceresi olmaz. Hayat küçük bir bahçedir, içinde bir kuyusu olur, evin pencereleri oraya açılır. Tutak Mahallesi de böyle bir mahalleydi.

Ermenilerin evlerinde camlar sokağa bakar, hayat varsa da evlerin arkalarında olur. Ermenilerde mahremiyet yok, Türklerde İslamî düşünceden kaynaklı bir mahremiyet var. Dedemin evi de Tutak Mahallesi’nde ve orada bir fırını var. Fırın deyince şimdiki gibi ekmek satılan fırın anlamamak lazım. O zamanlar herkes hamurunu akşamdan karar, sabah 5 dedin mi fırına götürürmüş pişirmeye. Fırın sahibi de o ekmekten de cüz’i bir ücretin yanı sıra, ‘pişirme hakkı’ denilen bir miktar ekmek alır. Dedemin mahallesi yandaki Ermeni mahallesine göre fakir bir mahalledir. Dolayısıyla orada baklava, börek, halka, kete (Kayseri’de yapılan içine un kavrularak konulan bir tür çörek) yaptıran olmaz, sadece ekmek pişirmeye getirilir. Dedem Şıh Mehmet Ağa da bakar bulunduğu yerde gelir az, esas gelir baklavada, halkada, ketede… Böylece düşünür, taşınır; Ermeni mahallesinde fırın açmaya karar verir. Yapar da. O zamanlar Ermenilerin yaşadığı Caferbey Mahallesi’ne gider, bir fırın açar. Sabah namazını kılar, fırını yakar, başlar hamur getireni beklemeye. Ama bir gün, iki gün ne gelen olur, he hamur getiren. Ermeniler azınlık psikolojisinden dolayı kendi milletinden olana hamur götürür.

Şehirdeki Ermeni ve Türk sayıları ne orandaymış o zaman?

O yıllardaki rakamları bilmiyorum da, 1950’lerde Kayseri’nin nüfusu 25-30 bindi. 7 bini Ermeni idi. Benim okuduğum İstiklal İlkokulu’nda 60 talebe vardı, 7’si Ermeni idi.

Dedeme dönecek olursak, artık üçüncü günden sonra zoruna gidiyor. Yine sabah erkenden kalkıp fırını yakıyor. Dükkânın önünden bir Ermeni vatandaş omzunda bir leğenle Ermeni fırınına hamur götürürken, arkasından koşup ensesine yapışıyor.  ‘Ben senin babanı mı öldürdüm, bunu ben pişireceğim’ diyor. Ermeni’yi içeri alıyor, sokaklar tenha olduğu için Ermeni de korkuyor, direnç göstermiyor. Güzelce pişiriyor hamuru. Ermeni’nin hanımı diyor ki, ‘Biz böyle bir ekmek görmedik kim pişirdi?’ Böyle böyle yayılıyor ekmeğin namı. Ve ondan sonra dedemin işleri açılıyor.

PÜSKÜLLÜ KAMANIN MARİFETİ…

Orada para kazanıyor ama sonra bakıyor ateşin karşısında fırıncılık yapmak zor, bir kişiyle de yapılacak iş değil, o zamanlar Ermenilerin yoğunlukta olduğu, bir kısmının da Rum esnaf olduğu Kapalıçarşı’ya dükkân açıyor. Kapalıçarşı’da o zaman Müslüman ve Türk olan hiçbir esnaf yok. Tabi parası ucuz bir dükkâna yetiyor; şimdiki Bedesten’e 10-15 metre kala bir yerden dükkân kiralıyor. Yün, pamuk, yorgan yüzü, yatak yüzü koyuyor dükkâna. Birinci gün dükkânı açıyor, Ermeniler hiç hoşgeldine gelmiyor, selam vermiyorlar, dışlıyorlar. Kendi aralarında dedemin anlamadığı bir lisandan konuşuyorlar; şüpheleniyor ve üzülüyor oraya dükkân açtığına. Onların bir cemaat önderi varmış, Kapalıçarşı’da Arif Çetin’in oturduğu dükkânda otururmuş, ona gidip maruzatını anlatıyor ve diyor ki, ‘Eğer böyle devam ederse, dokuzunun birden kafasını keserim.’ ve cebindeki püsküllü kamayı çıkarıp gösteriyor. Eskiden delikanlılarda püsküllü kama olurdu. Cemaat önderi gerekeni yapacağını söylüyor ve komşularını çağırıp, ‘Ben bunu Caferbey Mahallesi’nden tanırım, orada fırını vardı, temiz, dürüst bir adamdır, buna dokunmayın, içinizde bir tane de Türk-Müslüman olsun.’ diyor. Ve dedem orada sanatını icra etmeye başlıyor. Sonra Kayseri’nin tanınmış ailelerden biri, dedemden cesaret alarak orada ikinci Türk dükkânını açıyor, zaten sonra da gerisi geliyor.

“TEHCİR TÜRK-MÜSLÜMAN ESNAF SAYISINI ARTIRDI”

OSMANLI ASKERE, AZINLIK TİCARETE…

Ermenilerin ticaretteki başarısı size göre nedendi?

Osmanlı Devleti 10-15 yılda bir çeşitli sebeplerle harp içinde bulunuyordu. Ve o zamanki mevzuata göre azınlıklar askere alınmıyordu, Müslümanlar da hayvancılık ve tarımla uğraşıyordu. Ticaret de istikrar isteyen bir meslek. İkinci sebep ise 1838 yılında Mustafa Reşit Paşa, İngilizlerle Balta Limanı Anlaşması diye meşhur bir anlaşma yaptı ve bu anlaşmayla İngilizlere ticaret yapma serbestisi tanındı. O zamana kadar yabancıların Türkiye’de ticaret yapma serbestisi yoktu. Ve İngiliz şirketleri İstanbul’da şubeler açtı ve onlar da kendilerine yakın gördükleri Ermeni cemaatine başka şehirlerde şubelikler verdiler, avantajlar tanıdılar. Ve Ermeniler böylelikle palazlandılar. Kayseri’de bu Ermeni konaklarına baktığımız zaman; Camcıoğlu Konağı’na vesaire, yapılış tarihi 1870 ile 1890 arasındadır. Yani daha evvel büyük bir varlıkları yok, esas varlık bu yolun açılması ile 1838’den sonra oluşuyor. Baltalimanı Anlaşması’nda Türkiye’den ihraç edilen ürünlerden yüzde 12, ithal edilen ürünlerden de yüzde 5 gümrük vergisi alınması kararlaştırıldı. Bu, ihracı kösteklemek, ithalatı artırmak anlamına geliyor. Bizim sanayimizin geri kalmasının nedenlerinden biri de bu olaydır.

ERMENİLERDEN HER MESLEKTEN BİR NUMUNE…

Dolayısıyla Türklerin ticareti ve sanatı Ermeniler’den öğrendiği doğru.

1915’te demişler ki; bunların hepsini gönderirsek ayakkabıcı bulamayız, berber bulamayız, marangoz bulamayız, bari her meslekten biri kalsın gibi öneriler olmuş. Ve benim çocukluğumda en iyi taş ustaları, ayakkabıcılar, bıçak bileyenler, demirciler Ermenilerden çıkardı. 1950’de bu böyleydi. O zaman Kayseri nüfusu içinde Ermenilerin nüfusu 7 bindi. Son kalanlar da Demokrat Parti iktidara geldikten sonra gitti.

TÜRKİYE’NİN STOK MERKEZİ KAYSERİ…

Kayseri’de ticaretin gelişmesinin diğer nedenleri neydi?

Kayseri’de iklim şartlarından dolayı tarımsal faaliyetler kısıtlı, bu nedenle insanlar sanata ve ticarete meyletmişler. İkincisi, Kayseri konum itibariyle merkezi bir yerde. Üretilen ürünler her tarafa kolayca ulaştırılabiliyor. Üçüncüsü, Kayseri Avrupa’nın İsviçre’si gibi düşman istilasının uğramadığı bir bölge, muhafazalı bir yer. Ticaret ve sanat da böyle emin bir bölgeyi ve istikrarı arar. Bir de Kayseri’nin iklimi malların muhafazası için elverişli. Mesela bir deniz kenarında mallar küflenir, rutubetlenir. Eskiden bu saklama koşulları da önemliydi. Yani Kayseri stokçu bir yerdi. Kıtlıkta ve harp zamanlarında Kayseri bir depo görevi görmüş, yi beslemiş. Harp zamanlarında burada saklanan mallar ülkenin her tarafına gönderilmiş. Burası büyük afetlerin olduğu bir yer de değil sonra.

“BANKA KREDİSİ AYIPTI”

Kapalıçarşı nasıl bir yerdi o zamanlarda, ekonomi nasıldı, esnaf ilişkileri nasıl işlerdi?

Eskiden esnaf ve tüccarlar mümkün olduğu kadar kendi öz kaynaklarıyla çalışırlardı. Banka kredisi kullanmazlardı. Zaten Kayseri’de 1950 yılına kadar üç banka vardı; Ziraat Bankası, İş Bankası, Osmanlı Bankası. Genç esnaflar yaşlı esnaflarla ortaklık kurmak üzere yaşlıların sermayesini kullanırlar; kendileri de çalışma gücünü, enerjisini ortaya koyarlar, bu şekilde bir işbirliğiyle ticaret yaparlardı. Ufak esnaf açık hesap çalışırdı. Yani çek senet vermez, aldığı bir deftere kayıt edilir, peşin sattığı kısım cumartesi günü gelir, haftalık verirdi. Aldığı varın onda birini her hafta öderdi. Tüccarlar küçük esnafı bu şekilde finanse ederdi. Tüccarlar ise İstanbul’daki büyük esnaftan alırken, bazen açık hesap bazen de çek verirlerdi. Fakat çeki ve senedi dönen bir tüccara mal verilmezdi. Aynı şekilde borçlarını yapılandıran ya da uzatmak isteyen esnafa ve tüccara mal verilmezdi. O esnaf ya da tüccar o mesleği terk etmek zorunda kalırdı. Bugün ise çok büyük şirketler borçlarını yapılandırıyor.

Bugüne kadar siz esnaflık hayatınızda böyle bir şey yaşadınız mı?

Hiç yaşamadım.

ATALARIN ÖĞÜTLERİ BAŞARININ SIRRI…

Bu başarının sırrı nedir peki?

Babadan, dededen aldığımız öğütlere uymak. Öğütler şöyleydi; banka sermayesi tüccara sermaye olmaz; bankalar güneşli havada şemsiye verir, yağmurlu havada vermez; tüccara borcun olursa tüccar tolerans gösterir ama bankaya borcun varsa ertesi gün kapına haciz gelir; bütün sermayeni iş hayatına vermemek lazım, bir kısmını yedekte tutmak lazım.

“CİMRİ DEĞİLİZ, TUTUMLUYUZ”

Kayserililerin cimri olduğuna dair vurgular var, bununla ilgili neler söylersiniz? Kayserililerin ticaretteki başarısında bunun da etkisi olabilir mi?

Cimrilik bir hastalıktır. Aşırı parayı sevmek anlamına gelir ki, onu ne dinimiz, ne ahlak ne de toplum tasvip ediyor. Ama müsriflik de iyi bir şey değildir. Kayserili tutumludur. Bundan 15-20 yıl evvel bankalarda anket yapıyorlar. O ankette Kayseri halkının, Kayseri’de kredilere yatırılan mevduattan daha azını kredi olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Bu da Kayseri’nin tasarrufu seven bir şehir olduğunu gösterir. Kayseri’de bazı tabirler var; işten artmaz dişten artar, damlaya damlaya göl olur, ak akçe kara gün içindir derler. Çocukluktan itibaren tasarrufu öğretirler. Küçükken bankalardan alınan kumbaralarımız vardı. Babalarımızdan, büyüklerimizden aldığım harçlıkları kumbaraya atardık. Bugün Japonya, Çin, Almanya gibi dünyanın ileri gelen ülkelerinin başarı sırrı da, tasarruf eğilimlerinin yüksek olmasından ileri gelir. Şimdi yeni nesil kredi kartlarının da çıkmasıyla istikbali değil, hali düşünüyor. Benim çocukluğumda Kayseri 25-30 bin nüfuslu büyük bir köy görünümündeydi. Herkesin bağı vardı; bağından yakacağı, üzümü, pekmezi, kayısısı gelirdi. Herkesin ineği olur; sütünü, yoğurdunu, peynirini yapardı. Atı ya da eşeği olur ona binerdi. Güzün bir inek kesilir, o inekten de kıymasını, kuşbaşını, sucuğunu, pastırmasını yapar, kış ayı gelene kadar bir şey almazlardı. Kapalı bir ekonomi vardı yani…

OKUMAYA YETENEĞİ OLAN OKULA…

Çocukluk deyince, Kayseri’de kafası çalışan çocuk sanayiye daha az çalışanı da okumaya gönderilir diye bir söylenti olduğunu duydum. Bu, ne kadar doğru?

Büyükler bakarlar çocukta okuma yeteneği varsa, bunu okutalım derler. Ama okuma yeteneği yoksa babasının yanında bir sanat veya ticaret öğrenmesini isterler. Mesela biz beş kardeştik, aralarında tek okuyan ben oldum. Mesleği öğreneyim diye ticaret lisesine gönderdiler. Orayı bitirdikten sonra İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim. 1965’te de İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadi Bilimler Fakültesi’nde de master yaptım. O yıllarda Kayseri’de bu okulu bitiren ilk talebe benim.

Öğrencilikten sonra…

Kayseri’ye döndüm ve Orta Anadolu Fabrikası’nda satış müdürü olarak işe başladım.

Başka ne tür meslekler vardı Kapalıçarşı’da?

Ayakkabıcılık vardı, tabaklık, pastırma, sucuk işleri, dokumacılık vardı. Bilhassa Hacılar’da el dokumacılığı çok ilerideydi. Bağırsak işleri yapılırdı; koyun, keçi bağırsakları kurutulur, Karpuzatan’da sucuk üretenlere satılırdı.

Kayseri Kapalıçarşı.

55 YILDA BİR 1 SAAT İLERİ…

O zamanlar sabah bütün dükkânlar 5-6 arasında açılırdı. Daha geç açılan dükkâna mal vermezlerdi. Çünkü ya bu meyhanede uyuyakalmıştır yahut işine dikkat etmeyen kişi diye düşünürlerdi. O da esnaflığı, tüccarlığı terk ederdi. Dedem Osman Efendi 55 sene ticaret yaptı ve dükkânını 55 sene sabah namazını kıldıktan sonra açtı. Onu takip eden dayılarım yine 55 sene ticaret yapıyor ama dükkânlarını 6’da açıyor. Dayım  doktor çıkan oğluna yazıhanenini 7’de aç diye vasiyet etti. “Babam 5’te açtı, ben 6’da açtım, sen de 7’de açacaksın.” diyor. O da diyor ki; “Baba doktorculukta saat 7’de müşteri olmaz. Gel bunu 8, 9 edelim.” Ama babası razı gelmiyor. 27 Mayıs Mahallesi’nde muayenehanesi vardı, hep 7’de açtı. Müşterileri de onun erken açmasına alışmıştı.

OTELLER YERİNE HANLAR…

1950’lerde köylüler Kayseri’ye gelince hanlarda kalırdı. O zamanlar lüks oteller yoktu. İnönü Bulvarı’nın orada Körükçü Han vardı mesela ama şimdi kalmadı. Bu hanlar koğuş sistemi olurdu. Handa yatan köylüler sabah 6’da kalkar Kapalıçarşı’ya alışverişe çıkarlardı. Sabah serinliğinde iki saat içerisinde alışverişlerini yaparlar, saat 9-10 olunca da, sıcağa kalmadan köylerine giderlerdi. Ve ‘Rızıklar sabah namazında güneş doğmadan önce dağılır’, ‘Aş sabahın, iş sabahın’ gibi sözler vardı.

KAYSERİ’NİN ZAMANE AVM’LERİ: KAPALIÇARŞI, VEZİRHANI, MAARİFHANI…

Alışveriş yapılacak tek yer Kapalıçarşı mıydı?

Kayseri’de ticaret merkezi olarak üç tane büyük yer vardı: Kapalıçarşı, Vezirhanı, Maarifhanı. Maarifhanı Maarif Caddesi’nde, Camiikebir’in önündeydi. Maarif Hanı kale duvarlarının taşları gibi taşlarla yapılmış, 50-60 tane 100 metre büyüklüğünde mağazalardan oluşurdu. Orası 1952-53 yıllarında Osman Kavuncu döneminde yıkıldı. Kayseri’nin toptan merkezi Maarifhanı’ydı. Nakliyat ambarları da oradaydı. Nakliyat hayvanlarla, at arabalarıyla yapılırdı. Araba taşımacılığı yoktu, ona uygun yol da yoktu. Mallar İstanbul’dan istasyondan gelir, var olan 5-10 tane nakliyat şirketinin at arabalarıyla çarşıya dağıtılırdı. İkincisi Kapalıçarşı’ydı; orası bir perakende noktasıydı ama belki 10 tane de toptancı vardı. O günün AVM’si orasıydı. Vezirhanı’nda da yapağı, tiftik, deri satılırdı.

Kayseri Vezirhanı.

HANLAR İKTİSAT FAKÜLTELERİ…

Kayseri’de esnaf ve tüccarın gideceği bir ticaret lisesi, okul yoktu. Okullar bir nevi buralardı. Ustalar çekirdekten usta-çırak ilişkisiyle çekirdekten yetişirdi. Bir dükkânda üç nesil bir arada yaşardı, birbirini de yetiştirirdi. Bir iş bölümü olurdu; dede çekmecenin başına olur parayı yönetirdi, baba dükkânı yönetirdi, gençler de alacakları toplar, mal alır gelirdi. Yani hareket gerektiren işleri yapardı. Dükkânlar yarım metre yukarıda olurdu, içeride halı döşeliydi, gelen müşteri iskeleye yanaşır gibi dükkânın önünde durur, içeri girmezdi. Uzaktan şunu ver bunu ver diye eliyle gösterirdi. İçerisi de mal sahiplerinin toplanma, dinlenme yeriydi. Bir de manifaturacı falan olursa, yerler halı olduğu için topu açtığında kumaş kirlenmesin diye içeride açılırdı. Dükkânlar küçük olduğu için tezgâh yapılamazdı. Bir de emniyet bakımından müşterinin içeri girmemesi iyi olurdu.

“FİKS FİYAT ZOR KABUL GÖRDÜ”

Pazarlık var mıydı o zamanlar da?

Pazarlık eskiden beri vardı ama bununlar beraber Kayseri’de makdu (fiks) fiyatla satan birkaç esnaf vardı: Dabanıbüyüğün Mahmut Ağa, Şıh Mehmet Erkök, Özel Mağaza fiks fiyata satardı.

Bu sistem kabul gördü mü?

Kabul gördü ama 3-4 sene müşterinin direncini kırmak için çaba gösterdiler. Birçok müşteri kaçmasına rağmen onu da göze aldılar. Tabi dükkânları kira değildi, kendi mülkleriydi, dolayısıyla masrafları azdı. Pazarlık Arap aleminde de var ama Avrupa’da yok. 1968-72 arasında Orta Anadolu Fabrikası’nda satış müdürüydüm, Avrupa’ya mal satmaya gittim. Yüzde 5 pazarlık marjı koydum, fakat hiçbir ithalatçı pazarlık etmedi benimle. Kimse pazarlık etmeyince o yüzde 5 marjı kaldırdım. Pazarlık Kayseri’de de azaldı, ticaret kültürü değişti.

KAYBOLAN ÇEKİÇ SESLERİ, KIRIŞIK YÜZLÜ USTALAR…

Kaybolan meslekler nelerdi?

Kapalıçarşı’da saraciye diye bir meslek vardır, Saraçlar Çarşısı da vardır aynı zamanda. Bunlar kemer, cüzdan, at koşum takımları gibi deriden mamul ürünler yaparlardı. Sayacılar Çarşısı vardı, bunlar da ayakkabının üst deri aksamını yapardı. Köseleciler, Kadınlar, Manifaturacılar Çarşısı vardı. Ayakkabıcılar da kalmadı, onlar Vezirhanı’nın üst katında olurdu. Katrancılar Çarşısı vardı bir de, çocukluğumda en çok sevdiğim çarşı oydu; bit, pire ilacı, kına, baharat, jilet, tırnak makası, tıraş fırçası, sabunu satarlardı.

Tenekelerde katran da satılırdı buralarda. Eskiden evlerin üst yapı malzemesi direkten oluşurdu, demir-çimento kullanılmazdı. Direğin üzeri tahtayla örtülür, onun üzeri de toprakla kapatılırdı. Kayseri’nin tek katlı evleri hep böyleydi. 1960’dan sonra yavaş yavaş yeni mimariyle birlikte beton binalar çoğaldı. Direklerin çürümemesi için de üstüne katran sürülürdü. Katrana güve gelmez, ağaç daha uzun ömürlü olurdu böylece.

Devlet de çok kullanırdı bu katranı. PTT direkleri hep katranlanmış olurdu. Yoksa çabucak çürürdü, zaten sonradan demirden direkler çıktı.

İLK ASFALT AHMET PAŞA OKULU’NUN ÖNÜNE…

Bir de şimdi olduğu gibi asfaltlamada kullanılırdı. 1952-53 senesinde de Ordu Evi’nin orada Ahmet Paşa Okulu vardı. İlk, orası asfaltlandı, Osman Kavuncu dönemiydi. Dediler ki bir sokak asfaltlanıyormuş. Nedir bu asfalt görelim diye gittik ki, yola ocaklar kurulmuş, üstünde ziftler kaynıyor, yola el arabalarıyla mozaikler dökülüp o ziftle karıştırılıyor, merdane ile düzleniyor… Tamamen ilkel usuller… Yaptıkları yer de taş çatlasa 150-200 metre. Onun yapımı bile aylar aldı. O yolun asfaltlanmasının nedeni de, Hükümet Konağı’na, Ordu Evi’ne, Ahmet Paşa Mektebi’ne, Askeri Hastane’ye yakın olması.

“VİKTORYA BOYALAR OLMASAYDI DÜNYA RENKSİZDİ”

Katrancılar’dan aynı zamanda çerçiler malzeme alırdı. Düğme, yorgan ipi, tırnak makası, jilet vs., oradan aldıklarını, boyunlarına astıkları bir tablada satarlardı. Bir de şimdilerde kalmayan çivit ile soda satılırdı. Eskiden çamaşırlar kar gibi beyaz olmazdı, biraz grimsi renk alırdı, onlara uçuk bir mavi renk ve parlaklık vermek için çivit kullanılırdı. Bir de ‘Viktorya boya’ satılırdı. Boya kutusunun üstünde 7 renk vardı. Kadınlar ekonomik olsun diye kaput bezini, beyaz patiska kumaşları alırlar, bu boya ile evlerinde boyarlardı. Boyanmışı pahalı olurdu çünkü.

NASIRLI ELLERİYLE BİZİM KADINLARIMIZ, GÜÇLÜ BACILAR…

Kadınlar Çarşısı’ndan söz etsek biraz.

1914’te Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na girince, 16 yaşındakiler bile askere alındı ve evlerde erkek kalmadı. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı. Aşağı yukarı 12-13 yıl sürdü bu savaşlar ve erkek nüfus kalmadı. Şimdiki gibi Bağ-Kur yok, SSK yok. Kadınlara düştü geçim. Evlerde yaptıkları çorap, kalpak, başlık, çeyiz ürünlerini yaptılar, onlara bir sokak tahsis edildi. Orası, Kazancılar’dan Kapalıçarşı’ya girip ileri doğru gidince sağa doğru ilk sokaktaydı, Katrancılar’dan daha önce. Sırf kadınlar vardı orada, çünkü eskiden kadınların ticaret yapması uygun değildi Çarşı’da.

SEN NE GÜZEL ABLAMIZDIN, PERİHAN ABLA…

Ermeniler döneminde var mıydı kadın satıcılar?

Eşleri ölürse hanımları gelir dükkânda çalışırdı. Kayseri’de kadınların ticarethanelerde çalışması uygun değildi. Bu, 1970’den sonra başladı. 1956 yılında Efendi Ağa Çarşısı’nda Burhan Karagöz’ün bir tuhafiyecisi vardı. Kayseri’de kadın eleman çalıştıran ilk mağaza orasıydı; Perihan Hanım adında bir kadın kasiyer olarak çalıştı.

Orası hala durur mu?

Sarraf dükkânı olarak devam ediyor. Adamın 13 tane tezgâhtarı vardı, kadın çalışınca herkes hayretler içinde kaldı. Kayseri’nin en iyi işleyen tuhafiyecisiydi.

Perihan Hanım akıllarda yer etmiş anlaşılan.

Eh, bir tane olduğu için (Gülüşmeler…).1968’de Orta Anadolu’da çalışırken 60 memur, Birlik Mensucat’ta da 30-40 memur vardı, aralarında bir tane kadın yoktu. Burhan Karagöz’ün kadın işçi çalıştırması büyük bir reformdu Kayseri’de.

Şimdiki kadın girişimcilerin atası bir anlamda Perihan Hanım.

Tabii. Ve 1915’li yıllarda Kadınlar Çarşısı’nda kadınların ticaret yapmaları da büyük bir reform o günkü şartlara göre.

Geleneğe mi bağlıydı esnaflık yalnızca, ticaret kanunların ne şekilde etkilerdi esnaflık yaşamını örneğin?

Osmanlı Devleti’nde herkes istediği yere dükkân açamazdı ve hükümetin kontrolündeydi. Bunlara ‘kapanaltı’ denirdi. Mesela İstanbul’da Unkapanı var, un satılan yer demek; büyük bir kapısı var, ortası boş hayat gibi, etrafında dükkânlar dizili. Tek bir kapıdan giriş yapılır, sabah belirli saatlerde açılır, akşam belirli saatte de kapanır. Kapalıçarşı da öyle, Vezirhanı, Maarifhanı öyle… Çarşının bekçisi var, hepsi kanuna tabi. Oraları localar denetler.

Bu durum ne zaman sona erdi?

Çocukluğumda Kapalıçarşı’nın bekçileri vardı, aşağı yukarı 1970’lerden sonra bu kaldırıldı. Mahallelerde de bir bakkal dükkânı, bir berber, bir bisikletçi, bir kasap bulunurdu. Herkes de her yere dükkân açamazdı.

GERMİR’İN KASAPLARI, ERKİLET’İN SEYYAR SATICILARI…

Kasaplar Germir’den çıkarmış, başka bir yer var mıydı böyle meslek gruplarıyla ünlü?

Mesela seyyar satıcılar Erkilet’ten çıkardı. 10 yaşına gelen çocukları nahiyelere, köylere götürülür alıştırılırmış küçüklükten. Bunlar manifatura kalemleri, bozulmayan şeyler satarlardı. Fakat köylerde para yoktu o zamanlar o yüzden malla takas ederlerdi; bulgurla, fasulyeyle, yumurtayla, bazen hayvanla bile değiştirdikleri olurdu. Seyyar satıcılar da takasla aldıklarını buradaki tüccara satar öyle para kazanırlardı. Seyyar satıcılara da ‘çerçi’ derlerdi. Hacılar’dan da seyyar satıcı çıkardı ama Erkilet kadar değildi, bu işin üstadı Erkilet’ti. Oradaki büyük tüccarların aslı hep seyyar satıcılıktan gelmeydi; Tarmanlar, Özkökler, Karahançerler kök olarak hep seyyar satıcıdır.

TAŞIN VE DOKUMANIN USTASI HACILAR…

Hacılar’da da ticaret çok yaygın şimdi?

Hacılar 1950 yılına kadar taş işçiliği ile meşhurdu. Bir mahzen, duvar yapılacağı zaman onlar bulunurdu. Ağır işler de çalışırlardı. Bir de ‘kara tezgâh’ denen dokuma tezgâhı vardı. Bunları da ahşaptan kendileri yapardı. Zaten fabrika yok. O dokumacılık işi 1953-54’te dışarıdan makinelerin gelmesiyle bitti. Orta Anadolu Fabrikası’nın kurulmasıyla da tezgâh mezgah kalmadı.

O zamanın bilindik esnafları kimlerdi?

Ben aşağı yukarı 7 yaşında girdim Kapalıçarşı’ya, o zamanın esnaflarından iki ya da üç kişi kaldı, onlar da sonraki kuşaklar vasıtasıyla ticarete devam ediyorlar. Eskiden Kapalıçarşı’nın yüzde 90’ı yerli halkı iken, şimdi yüzde 90’ı taşra esnafı.

Yerli köylü ayrımı mı bu?

Ayrım yok da yani, köylünün gücü yetmezdi oradan bir dükkân işletmeye. Benim çocukluğumda Küçükçalıklar, Baldöktüler, Özerler, Özkökler, Arif Çetinler, Şerbetçiler, Uzun Haliller, Kara Haliller, Erbiller,Taşçıoğullar, Çetinkayalar, Çöplüoğulları, Kızıklılar, Hamurkarlar, bilhassa manifatura piyasasında ticareti elinde tutan büyük tüccarlardı.

Sosyal hayatta var mıydı yerli, köylü ayrı mı?

Bu ayrım devamlı olmuştur ve olacaktır. Kültür farkı var arada.

Ne gibi farklılıklar bunlar?

Mesela Kayseri’de düğünlerde davul-zurna olmazdı. Klarnet, keman, ud olurdu. Düğünlerde erkek ve kadın köçekler oynatırdı, köylerde öyle bir şey olmazdı. Akşamları sıra oturmaları olurdu, köylerde olmazdı. Düğünler, bayramlar, komşu ilişkileri farklıydı.

Peki yerlilerin cenazesi Camiikebir’den, köylülerin Hunat Camii’nden kalkar söylemleri şehir efsanesinden mi ibaret?

Bir kişinin muhiti neredeyse cenazesi oradan kalkar. Mesela Kazancılar, Kapalıçarşı esnafının cenazesi Camiikebir’den, Hunat Camii çevresindeki esnafın cenazesi de oradan kalkardı. Ama bir Hacılarlı cenazesini Camiikebir’den ya da Hunat’tan kaldırabilir. Bir kısıtlama yok.

Yerlilerin köylüleri kabul etmemesi bir söylenti mi dolayısıyla.

Kültür farkından dolayı tercih etmez. Ama şimdi öyle bir şey kalmadı. Çünkü Türkiye nüfusunun yüzde 10’u köylü artık, köylü de şehirli oldu.

İrfan Akbıyık ve kendisi gibi tüccar olan babası.

Siz yerlilerdensiniz değil mi?

Evet.

Yerlisi de ikiye ayrılıyor diye biliyorum; Kale içi, Kale dışı olarak…

1877 yılında Osmanlı-Rus Savaşı oldu. Buna eski tarihte 93 Harbi denir. O zaman gelen göçmenleri küçük topluluklar halinde Kale içine yerleştirmişler. Kale içinde oturan göçmenlere ‘Kaleli’ denirdi, sonra güçlenince Kale dışına çıktılar. Onların kültürü dışarıdan geldikleri için Kayseriliden farklıdır. O fark da buradan kaynaklıdır.

UNUTULUR MU ANADOLU ŞEKER’İN HELVALARI, AKİDELERİ…

Kapalıçarşı’ya dönecek olursak, Çöplüoğlu kolonyada isim yapmış mesela, onun gibi herhangi bir alanda isim yapan esnaf kimlerdi?

Mesela Anadolu Şeker diye bir şekerci vardı Kazancılar’da. Muhittin Nalbantoğlu idi oranın sahibi. Onun ürünleri çok güzeldi. Güzel helvası olurdu, kaliteli şekerler üretirdi; akide şekeri, somun şekeri, çekiçle vurulup kırılan sal şekeri satardı ama kaliteli olurdu ürünleri. Şimdi çocukları bıraktı o işi. Hayat Lokantası vardı, ürünleri güzeldi. Manifaturacılardan da, sözüne güvenilir, yaptığı hesaba kitaba güvenilir esnaflar vardı. Bunlardan biri Küçükçalıklardı. Fiks fiyata toptan mal satarlardı. Şimdi İstanbul’da ikinci kuşak çocukları mesleği devam ettiriyor. Her meslekte ün yapmış esnaf vardı.

“KAYSERİLİ BARA, PAVYONA HARCAMAZ, TASARRUFU SEVER”

Sosyal yaşam nasıldı?

Kayseri’de eski dönemlerde eğlence yerleri çok yoktu. Kayserinin özelliği tasarrufa riayet etmesidir. Antep’te, Adana’da olduğu gibi Kayseri’de barlar, pavyonlar yoktu, Kayseri halkı oralara para harcamaz çünkü. Tasarrufu sever, istikbalini garanti etmek ister.

AKİL ADAMLAR SIRA OTURMALARINDA BELLİ OLUR…

Bir sıra oturması vardı benim küçüklüğümde. Sonradan biz de oturmaya başladık; üç gün sürerdi bir evde. Birinci gün meyve verilmez; çay kahve verilir, ikinci gün yine meyce verilmez, üçüncü gün meyve çıktı mı oturma biter. Ondan sonra öbürü alır. Diyelim 15 kişiyse, üçer günden 45 gün ederdi, sonra diğerine sıra gelir.

Ne yapılır oturmada?

Çeşitli meslekten kişiler gelir. Onlar bilgi ve tecrübelerini, yaşadıklarını orada anlatırlar. Orası bir ekol, bir mektep gibidir. Yaşlılar var, orta yaşlılar var, gençler var. Gençler hizmet görür, yaşlıların anlattıklarını dinler. Hicaz yarenliği anlatırlar, ticaretten anlatırlar, yakın zamanda alınıp satılan mülklerden bahsedilir; falanca bağ almış şu fiyata, filan dükkânı falan almış da, falan da dükkânı falan kiraya vermiş gibi… Bağ bahçe işleri, dini konular anlatılırdı sonra, öyle bir gündem falan belirlenmezdi. Bazen aktüaliteyle ilgili, o günkü radyo, gazete haberleriyle ilgili konuşulurdu. Yani bilge kişiler bilgilerini komşularıyla, akranlarıyla, gençlerle paylaşırdı.

Oturmalarda, yardımlaşma yapıldığını, şehre dair kararlar alındığını duymuştum.

Tabi, fakir düşmüş kimseler anlatılır ona yardımlar yapılırdı. Ya da bir genç evlenecek ama maddi imkanı yok, ‘pamuk eller cebe’ dendiğinde yardımlaşılırdı.

Şimdi akil adam tanımlaması var öyle bir şey aklıma geliyor benim.

Kurtuluş Savaşı sırasında, Gaziantep’te, Urfa’da, Kahramanmaraş’ta düşmana karşı mücadele kararları bu oturmalarda alınmış. Mesela Urfa’da Fransız komutandan izin almışlar sıra gecesi yapacağız diye. Bu gibi örfi idare olan yerlerde düşman istilası tedirginliğinden iki kişinin bir araya gelmesi yasaktır, o nedenle izin almışlar. Orada demişler ki, düşmanı nasıl atacağız, her evden birer erkek verelim demişler ve 10 bin kişi toplanmış. 10 bin kişi düşman karargâhını çembere almış. Bakıyorlar ki kendi kuvvetlerinin 10 bin kişiye yetecek gücü yok, teslim bayrağını çekmişler. Ama kendilerini Urfa sınırına kadar emniyet içinde geçireceklerine dair şart koşmuşlar. 40-50 deveye, ata, katıra eşyalarını almışlar, Urfalılar da onları söz verdikleri gibi sınıra kadar yolcu etmiş. Balıkesir’de de bu aynı, Yunanlılara karşı mücadeleye bu gece oturmalarında karar verilmiştir. Ama Kayseri’de düşman istilası olmadığı için böyle bir şey demek mümkün değil. Akil adamların, üst düzey adamların toplandığı yerde mutlaka şehirle ilgili meseleler, memleket meseleleri konuşulur, iktidarların tutumları konuşulur ama her partiden, her meslekten birileri olur, çeşitli yaşlardan kişiler gelir.

Bu oturmalar devam eder mi şimdi?

Eder ama 3 gün değil de 1 gün oturuluyor şimdi. Mesela ben şimdi bağ komşularıyla oturuyorum, apartman komşularıyla oturuyorum, okul arkadaşlarıyla oturuyorum, bir de Hicaz arkadaşları var. Gün kalmıyor geriye.

GÜNLERDE KADINLAR, DÜĞÜNLER DE KADINLAR, DERNEKLER DE YİNE KADINLAR…

Kadınlar nasıl sosyalleşirdi?

 

Kadınların da günleri olurdu. Dernek derler, gün de derler, gezme de denir. Sabah kahvesi, öğle kahvesi, ikindi kahvesi… Saati belirlenir, komşuları, akrabaları gelir, orada yer içerler. Düğün zamanı da sosyalleşme zamanları olurdu kadınların. Düğünler pazartesiden başlar, cuma günü sona erer, yenilir, içilir, oyunlar oynanır, çok şenlikli olurdu.

HAMAMIN DA KAPISI KEÇELİ, HANIMLAR GELİYOR PEÇELİ…

Hamamlar bir sosyal ortamdı, kadınlar sabah bohçasını alır, saat 8’de gider, 5’te çıkarlardı. Hamamın üç bölümü olur, bir giriş salonu, salonla hamam arasındaki bölge olur ki, oraya hamam sekealtısı derler.  Hamamda yıkanır, hamam sekealtısına dinlenmeye gelirdi hanımlar. Orada sucuklar, pastırmalar, kayısı hoşafları turşular yenir; herkes ne getirdiyse ortaya açar. Tekrar girerler hamama, akşama kadar böyle yıkanırlar. O büyük salonda da gelin kız olursa tefle falan oynatırlar. Yani bir şölen havasında geçer. Orada en az 150-200 kadın olur ve kadınlar çeşitli mahallelerden gelir. Bazen de düğün sahibi hamamı komple tutar, o düğüne gelecek misafirlere sabun gönderir; sabun davetiye anlamına gelir. Köylerde de davetiye basılmaz, iki metre basma gönderilir, önlük yapılır ondan; onun adı okuntuluktur. Hamamlar da bir sosyal ortam, düğünler, gezmeler, sıra oturmaları… Bir de bağlara gidilirdi yazın; beyleri para kazanırken kadınlar bağ evlerindeki köşklerde sefalarını sürerlerdi.

PASTANENİN ATASI ZÜMRÜT PASTANESİ…

Sümer Kampüsü’nün Kayseri’nin sosyal yaşamına çok büyük katkıları olduğunu duymuştum.

Orası 1936-37 yılında Atatürk döneminde Ruslar tarafından 1 milyon metrekare alana kuruldu. Kombine bir tesistir, çıraklık okulu vardır, kendi enerjisini kendi üretirdi. Güzel bir düğün salonu, havuzu, yemekhanesi vardı. Kayseri’de 1936-37’li yıllarda pastane yoktu. Oraya gelen bir Rus aşçı pasta yapmış. Zümrüt Pastanesi’nin sahibi vardı; Burhan Çalapkorur. Pastacılığı öğrenmek için o aşçının yanında birkaç sene çalışmış. Bir buzdolabı vardı insan boyunda diyor, pastanın mayasını da orada saklardı derdi. Sonra o da yetişiyor, kendisi Zümrüt Pastanesi’ni açıyor ama mayayı yine o dolapta saklıyor. Çünkü buzdolabı alacak gücü yoktu.

Bu muhabbet çok su götürür, teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim, her daim muhabbete beklerim.

(Selma Kara/Röportaj Haber)

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here