Ana sayfa İnsanlar İhsan Eliaçık: ‘Türkiye’de dindarlar Allah’a güvenmiyor’

İhsan Eliaçık: ‘Türkiye’de dindarlar Allah’a güvenmiyor’

365
0

Recep İhsan Eliaçık, medyanın ‘Antikapitalist Müslümanlar’ olarak adlandırdığı grubun başındaki isim. Aslen Kayserili ve geçmişine bakıldığında o da bir 28 Şubat mağduru. Her ne kadar medya onu son yıllarda tanımış olsa da, onun dine dair araştırmaları ve bu alandaki çalışmaları çok eskilere dayanıyor. Kayserili olmasından, 28 Şubat süreci sonrasındaki yargılanması ve popülerleştiği sürece kadar her şeyi Eliaçık’ın kendi ağzından dinliyoruz…

“İLMİN YOLU ŞÜPHEDEN GEÇER”

İlahiyat Fakültesi’ni bırakmışsınız, sorgulamanızla alakalı bir karşı çıkıştan mı kaynaklıydı o da?

Doğrudan o değil. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne 1985 yılında girdim. Okudum ama diploma almadım. İlahiyat Fakültesi’ne Arapça, dini ilimler öğrenmek için başlamıştım, üçüncü sınıfa kadar bunlar veriliyor zaten, ondan sonra da staj ve benzeri, benim alaka duymadığım şeylere yöneliniyor. Buradan alacağımı aldım diye düşündüm, zaten diploma, akademik kariyer yapmak, öğretmenlik yapmak, memurluk yapmak gibi bir düşüncem de olmadığı için devam etmeye gerek yok diye düşündüm, o günden bu yana da ilahiyat meselelerinden hiç kopmadım, 20 kitap yazdım…

Bu ilgi nereden gelişti, salt İlahiyat Fakültesi’nde okumaktan kaynaklı değildir herhalde.

Biz öteden beri İslami çalışmaların içerisindeyiz. Babam dindar birisiydi, hep benim dini yolda ilerlememi isterdi, oradan gelen dini öğrenme merakı, alışkanlık, meyil var zaten. Bir fihrist çalışması yaptım; konularına göre Kur’an çalışması. Başkalarının mealini kullanıyordum. O zaman Arapçayı da çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. Baktım mealler hoşuma gitmedi, biri bir şey söylüyor, öbürü başka bir şey söylüyor. O ayetin metnine bakıyorum tam yansıtmıyor. Dolayısıyla ben bu mealleri kullanamam diye düşündüm ve kafamda ilk kez o zaman böyle bir şey oluştu. Bunları kendim çevirmem lazım dedim ve Kur’anı-ı Kerim Meali ortaya çıktı. Sonra onun tefsirini yazdım 2007 yılında.

Sizinle birlikte birkaç kişiyi Yeni İlahiyatçılar olarak tanımlamışlar.

Bu, onların tanımlaması, benim koyduğum bir isim değil. Ben çok sorgulayan birisiyim, ilmin yolunun şüpheden geçtiğine inanıyorum. Bir şeyin hakikatine ulaşmak istiyorsanız, önce o konudaki bildiklerinizden şüphe etmeniz lazım, bunlar acaba doğru mu, ne derece doğru, bunların doğru olması için sağlam kaynaklar var mı gibi sorular sormak lazım. Bize öğretilen dinde ezanlar okunuyor, cuma namazları kılınıyor, hacca gidilip geliniyor… Peygamber’in yaşadığı din ile din namına bana aileden, babadan, okulda din dersi hocaları tarafından, camilerde imamlar tarafından öğretilenler ne derece doğru, bunlardan şüphe ettim bayağı. Sonra başladım araştırmaya, baktım ki birçok şey bize fazladan öğretilmiş.

“DİNDARIM DİYENLERİN KUR’AN’DA TARİF EDİLEN GİBİ YAŞAMIYOR”

Şüphe etmenize gerek olan şey neydi tam olarak, bir şey olması lazım. Ailenizi dindar olarak tanımladınız, orada bir baskı mı vardı örneğin? Toplumun çoğu kendine öğretilenleri öğretildiği gibi yaşıyor çünkü, sizi şüpheye yönelten neydi?

Camiye gidiyorsun kimse kimseyle konuşmuyor, herkes tespih çekiyor, eğiliyor, kalkıyor… bunun için devasa camiler yaptırılıyor, 80 bin camide bu yapılıyor. Dedim ki acaba Peygamber’in kıldığı namaz böyle miydi, sonra etraftaki dindar psikolojilerini, dindar tipleri gördüm. Baktım, özellikle, para konusunda vurdumduymazlar. Yani adam hem ahirete inanıyor hem de sanki bin yıl yaşayacakmış gibi dünya hayatına yatırım yapıyor. Biriktiriyor, acayip bir hırs, parayı çok seviyor… Başka insanlarla karşılaştırdım, mesela adam ateist ama benim dediğim gibi yaşıyor, yani mütevazı yaşıyor, biriktirmiyor, bölüşüyor. Bizim dindara bakıyorum tam tersi. Kitabı okuyorum, uymuyor, halbuki bir taraftan Kur’an’a hizmet ettiğini söylüyor. İsmet Özel’in bir şiirinde “Her şey biz yaşarken oldu.” der. Ben 49 yaşını bitirdim, 50 yaşıma giriyorum. Etrafta arkadaşlarımız vardı, onları gördüm, gençlik yıllarımdan beri teşkilatlar, oluşumlar, cemaatlerin içinde yer aldık. Bunların kimi belediye başkanı oldu, kimi bakan oldu, kimi daire başkanı oldu, kimi ihale zengini oldu, Dolayısıyla ben, bu dini kültürden böyle insanlar mı çıkmalıydı diye sorgulamaya başladım.

Siz onun içinde bulunmayı arzu etmediniz mi?

Hiç arzu etmedim. Ben zaten resmiyeti sevmedim. Okuldan da dediler ki bana, sen burada kal, Amerika’ya gönderelim, şöyle yapalım falan. Sevmem bunları. Fakat, gördüğüm olumsuz değişimler bende bir zihinsel değişime de yol açtı. Demek ki, bu işin kaynağından bir yanlışlık var. Bu kitabı okuyanlardan, bu dini savunanlardan, bu dine hizmet ettiğini söyleyenlerden nasıl böyle insanlar çıkabilir diye çok düşündüm.

“TÜRKİYE’DE DİNDARLAR ALLAH’A İNANIYOR AMA GÜVENMİYORLAR”

Bunda bir kasıt arıyor musunuz?

Kasıttan ziyade onun doğru olduğunu düşünüyorlar. Kendileriyle konuştuğumuz zaman da, senin yaptığın yanlış diyorlar. Ama içlerinde şöyle olan da var: bu din işleriyle uğraşmak bize para getirmez, bu işlerde yoğunlaşan adam yükselemez, bir yere gelemez, para biriktiremez, dolayısıyla bunu bırakmamız lazım, ki bırakması da mümkün değil, çünkü ailesi var, çevresi var, başka türlü sorumlulukları var. Ama zaman zaman bunun bir çevre getireceğini, rant sağlayacağını, işine yarayacağını bildiği için kasıtlı olarak bu işlerle uğraşanlar olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin genel dindar muhafazakarları Allah’a inanırlar ama güvenmezler. Hıristiyan menkıbe kitaplarında geçen şöyle bir rivayet vardır: İsa’ya birisi gelir der ki;

“Ben senin yoluna girmek istiyorum ne yapmam lazım?”

O da der ki;

“Üzerinde ne var ne yok hepsini sat, bir kasenin içerisine koy, ırmağa bırak geri gel.”

Adam gider üzerinde ne var ne yok hepsini satar, bir kaseye koyar, ırmağın kenarına oturur, ama içinden bir türlü kaseyi ırmağa bırakmak gelmez. Der ki;

“Bu bana böyle söyledi ama iyi gün var, kötü gün var, ben bunu bıraksam ne yapacağım?” Şüpheler içerisinde bunu düşünürken gözüne bir çalı ilişir ve

 “En iyisi bunu şu çalıya bağlayayım.” der.

Döner gelir, bıraktığını söyler.

İsa da gözlerinin içine bakar der ki;

“Sende teslimiyet gösteren bir göz yok.”

Ve adam gider bir daha da gelmez. Bu, tipik dindar, muhafazakar tipidir. Gerçekte imansızdırlar, Allah’a inanmak demek aslında güvenmek demektir. Eğer güvenmezseniz, biriktirmeye başlarsınız, yarın ne olacağım diye endişelenirsiniz. Allah’a güvenmek demek, doğaya, çevreye, ailene, kardeşlerine, cemaate, Allaha inananlar topluluğuna güvenmek demektir. O noktada benim bütün işlerim çözülür, sırtım yere gelmez, gerek yok yarın için endişelenmeye. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet vardır: “hiçbir hayvan rızkını sırtında taşımaz.” Yani hiçbir havyan rızkını biriktirip sırtında gezmez, kuş uçar hangi pervazın önünde yem buluyorsa gider, onu alır. Ama insanoğlu yarın ne olacağım endişesine kapılır ve biriktirir, sonra da küt diye ölür ve hiç birini de mezara götüremez. O biriktirmesi de bir sürü kine, nefrete, çatışmaya, çelişkiye yol açar. Çünkü biriktiren bir insanın, lüks yaşayan bir insanın kıskançlığı çok olur. Mahalleden cipinizle geçiyorsunuzdur ama kahveden arkanızdan küfrediyorlardır, siz bunun farkında değilsinizdir.

İhsan Eliaçık röportajı (Röportajhaber: Selma Kara).

“SÖYLEMLERİMİ MÜLK SAHİPLERİNİ RAHATSIZ EDİYOR”

Bunları sorgularken, yazmaya da başlayınca başta aileniz olmak üzere çevrenizden gelen tepkiler nasıl oldu, bunları nasıl göğüslediniz?

Bizim söylediklerimiz daha çok mülk sahipleri ve onlara özenenler tarafından eleştiriliyor. Çünkü ben biriktirdiklerini ver diyorum. Bu, kolay bir şey değil. Bir de yoksul olduğu halde onlar gibi olmak isteyenler var. Onlar da diyorlar ki, sen bizim hayallerimize saldırıyorsun. Bu ikisinin tepkisi bizim doğru yolda olduğumuz anlamına gelir. Ama aklıselim bir insanın bunlara karşı çıktığını görmedim. Çünkü ben Kur’an’daki ayetleri, Peygamber’in yaşamını söylüyorum ve Türkiye’nin muhafazakârları bunları unutmuş vaziyette. Hele Kayserinin muhafazakarları hepten unutmuş vaziyette.

“BU FİKİRLERLE KAYSERİLİ OLMAMA ŞAŞIRIYORLAR”

Evet, bir de Kayserilisiniz. Oradan gelen tepkiler nasıl?

Bana diyorlar ki, “Sen bu fikirlerle nasıl Kayserili oluyorsun?” Kayseri’den nasıl böyle birisi çıkar. Ben de diyorum ki, karaların en koyu olduğu yerde aydınlık oluyorsa, en zıt şeyler aynı yerden çıkabilir. Belki de benim buraya gelmemin sebebi ta çocukluğumdan beri paraya tapan insanları görmemdir. Ben Kayseri’de çok paraya tapan insan gördüm. Şimdi onları düşünüyorum; paraya güveniyor. Allah’a güvenince boşluğa düştüğünü zannediyor.

Görmediğine güvenmiyor yani.

Zaten materyalizm görmediği şeye inanmamaktır. Paranın sıcaklığı daha fazla huzur veriyor ona.

“ADALET VE MÜLKİYET DİNİN EN ÖNEMLİ MESELESİDİR”

Bu durumda dinin metafizik boyutu daha mı ön plana çıkıyor? Dini mucizelerle anma, menkıbelerle dine inanma…

Dini parasına, servetine, mülküne karıştırmayınca, o zaman din onlardan ibaret hale geliyor. Din, cinlere, perilere inanmak, olmayan şeylerle ilgilenmek, kandil gecelerine gitmek, yatmak kalkmak ve ona da namaz demek haline geliyor. Bunların hiç birisi doğrudan adamın yaşadığı hayata dokunmuyor. Ama İslam’ın gerçeğine baktığında aslında en önemli mesajının adalet ve mülkiyet olduğunu görüyor. Adalet ve mülkiyet meselesi dinin en önemli meseledir. Adalet meselesi toplumda var olan çelişkiye parmak basmak demektir. Siyasal, sosyal, iktisadi çelişkiler var toplumda. Mesela toplumlarda bazen beyazlar siyahlardan üstün olduğunu farz eder ya da Türklerde olduğu gibi Kürtlerden üstün olunduğu farz edilir. “Annenden öğrenmiş olduğun dili unut, benim kullanmış olduğum dili kabul et.” der. Bu, üstünlük taslamaktır. Bazen Batılı Doğuluyu üstün görür, Doğulu Batılıyı üstün görür. Bazen de kadın erkeği üstün görür. Bunların hepsi Kur’an’a göre şeytanîliktir. Bu çelişkileri bir toplumda gidermek için ön görülen mücadeledir adalet mücadelesi. İslam’ın en önemli mesajı budur. İkincisi de mülkiyettir. Toplumda bazılarının sahip olmadığı şeye bazıları fazlasıyla sahip oluyor.

“ZENGİN ZEKAT VERİRKEN YOKSULDAN ÖZÜR DİLEMELİ”

Tamamen mülkiyetsiz bir hayattan bahsetmiyorsunuz herhalde. Ne kadar mülkiyete izin veriyor Kur’an?

Soru şu: başkasının ihtiyacı olduğu bir şeye ben tek başıma, hem de fazlasıyla sahip olabilir miyim? Sahip oluyorsam bunun gerekçesi nedir? Bunu birinin izah etmesi lazım. Ben bunun hiçbir insani gerekçesi olmadığı kanaatindeyim. Yeryüzünde Allah’ın yaratmış olduğu nimetlerden bütün kulları eşit derecede yararlanma hakkına sahiptir. İşte Kur’an-ı Kerim diyor ki; ‘Birisinde olmayan bir şey sizde fazlasıyla varsa o fazlayı verin.’ Buna zekat diyoruz, hayır yapmak diyoruz. Ve bunu sizin gönlünüze de bırakmıyor, mecbur kılıyor. ‘Zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır’ diyor Kur’an-ı Kerim. Bu, başkasının ihtiyaç duyduğu şeyi evinde ihtiyacından fazla bulunduranların malında, ihtiyacı olmayanların hakkı vardır demektir. Hakkın verilmesi lütuf değil, borçtur. Oysa şöyle düşünüyorlar, bu bir lütuftur istersem vermem. Yoksul da zenginin karşısında kıvranıyor, aşağılanıyor. Hayır, önce zengin özür dileyecek, ondan sonra da verecek.

“PATRON İŞÇİLERİN DEĞİL, İŞÇİLER PATRONUN RIZKINI VERİR”

Peki şöyle bir şey olabilir mi, iyi de adam çalışmış öbürü çalışmamış. Bunlar da aslında içinde yanılsamaları olan genellemeler, önyargılardır. Mesela çalışmak kavramını sorgulamak lazım. Helal zenginlik kavramını sorgulamak lazım. Helalinden servet sahibi olmak demek, helalinden haram işlemek gibi oluyor. İki zıt bir arada nasıl olabilir? Bunları merak edenlerin şu soruları kendisine sorması gerekiyor: Bir patron diyor ki, “Ben fabrikada çalışanlara şu kadar maaş veriyorum”; hatta zengin küstahlığıyla biraz daha ileri giderek, “Ben fabrikada çalışanlara rızkını veriyorum, onlara ekmek veriyorum” diyor. Sanki işçiler yan gelip yatıyor, çalışmıyor, patron da onlara vermeye mecbur değil ama lütfediyor gibi davranıyor. Peki şöyle bir soruya ne cevap verir bu insan? Sen onlara ekmek verdiğini iddia ediyorsun, rızkını sağladığını söylüyorsun, tam tersi olmasın? İşçiler patronlara ekmek ve rızık vermektedir, patronlar işçilere değil, hatta fazlasıyla vermektedir. Sen maaşını ondan almıyorsun prosedür olarak ama senin kazandığın para onların çalıştığından gelmiyor mu? Onlar makineleri çalıştırıyorlar, emek sarf ediyorlar, sen bir tarafa akvaryum, öbür tarafa klima koymuşsun oturuyorsun. Çalışan kim bunu da sorgulamak lazım. Çalışan, kapısında sekreteriyle oturan patron mudur, yoksa aşağıda kirin, pasın, yağın içindeki midir? Çalışan da işçidir, rızkı veren de işçidir.

“MEMURLAR VE BORDRO MAHKUMLARI MESAKİNDİR”

Sizin ‘mesakin’ şeklinde bir tanımlamanız var.

İki tane kavram var Kur’an’da. Biri ‘fukara’, biri ‘mesakin’. ‘Fukara’, yaşamak için temel, zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan kişi demektir. Mesela ekmek, su, kafasını sokacağı, uyuyacağı bir yer gibi temel ihtiyaçlar bunlar. Fukara ‘fakr’ kökünden gelir ve ‘beli kırılmak’ anlamında kullanılır. Yani yaşam karşısında adamın öyle beli kırılmış ki, çaresiz kalmış. Buna fukara deniyor Kur’an’da. Bir de ‘mesakin’ kavramı var, miskinler demektir ama Türkçedeki miskinler anlamına gelmiyor. Sakin, sükun halinde olanlar demek. Yaşamak için, temel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için bir geliri var ama yetmiyor. Yetmediği için de ayın sonunu getiremiyor. Ayın sonunu getiremediği için de susuyor, kimselere de bunu söyleyemiyor.

Bizdeki orta direk.

Bütün memurlar, bordro mahkumları mesakin durumuna düşmüştür şu anda. Çünkü ayın sonunu zor getirmektedirler ve kara kara düşünürler ayın 20’sinden sonra. Kur’an’ı Kerim de onları savunuyor zaten.

Suskunlar ne zaman konuşmaya başlar? Sürekli susulmayacak herhalde.

Onların suskun kalması biraz şaşkınlık oluşturan bir şey. Peygamberimizin sahabelerinden Ebu Zer bile bunu fark etmiş olmalı ki, Müslümanların aşırı zenginleşmesini ve yoksullaşmasını eleştirdiği için üçüncü halife Osman Bin Ahvan tarafından çöle sürülmüştür.

“TARİH BOYUNCA ZENGİNLER DİNİ KULLANMIŞTIR”

Biz Ebu Zer’i tanımıyoruz. Hiçbir din kültürü dersinde bize öğretilmedi. Kasıt derken bundan bahsetmiştim.

Kasta bu açıdan bakarsak var tabi. Çünkü din, bu anlamda tarih boyunca zenginlerin eline geçmiştir, servet sahipleri dini kafalarına göre yorumlamıştır ve istemediklerini sonraki nesillere aktarmamışlardır. Şu anki dini kültür de oradan gelir. İşte o Ebu Zer der ki, “Aç sabahlayıp da kılıcına sarılmayana şaşarım.” Allah’ın bir kulu aç biilaç ama yan tarafta birileri var ve onlar sefa sürüyor. Bunu görüp de kılıcını çekmeyene şaşarım diyor. Çünkü en büyük hak aç kalmamaktır. Ama hiçbir Batılı metinde insanların aç kalmama hakkı vardır diye bir şey geçmez. Hatta şu anda Habitat toplantılarında Avrupalı insan hakları metinlerine bu kelimeyi sokmuyorlar. Mesela insanların barınma hakkı vardır cümlesini metne girmiyorlar. Çünkü bunu söylediklerinde devletler sağlamak zorunda kalacaktır. Ama şunu diyorlar, insanların barınma hakkı için fırsat eşitliği hakkı vardır. Mesela benim düşündüğüm adalet devletinde bunlar yok. Gerçi şu anda öyle bir devlet yok da… Onunla ilgili bir kitap yazım zaten, ‘Adalet Devleti’ adında.

Bir ütopya mıdır bu?

Adalet devletinde anaların rahminden doğan her çocuk kendi evinde doğmalıdır, orası onun evi olmalıdır yani. Güven içinde olmalıdır, bu niye mümkün olmasın? Basit bir hesap; 18 bin aile var Türkiye’de, 18 bin 300’de hane var. Bir çocuğa sorsanız, der ki 300 tane fazla, demek ki herkesin evi var. Ama bakıyorsunuz herkesin evi yok çünkü paylaşım sorunu var. Çünkü birinin ihtiyacı olan şeyi diğeri biriktirmiş. Adamın sayılamayacak kadar evi var. Hadi bir tane var anladık, bir tane de eşinin var onu da anladık, 5 çocuğun var onlarınkini de anladık, 10 tane torunun var hadi onu da anladık ama 600 tane ev olur mu ya hu? Bu neredeyse Allah’a şirk koşmaya varıyor. İnsanoğlunun  en temel ihtiyacı ekmek ve sudur. İkincisi barınmadır. Bu ikisi insanlara o ülkede analarının karnından doğarken toplum tarafından sağlanmış olmalıdır. Eğer sağlanmıyorsa o toplumun yöneticileri, oranın servet sahipleri, iktidar sahipleri bundan külliyen sorumludur. Eğer sağlamazsa da kıldığı namazlar boştur.

“KUR’AN MALIN KIRKTA BİRİNİN VERİLMESİNİ ELEŞTİRİR”

Bu ortamda dindar nesil yetişme ihtimali var mıdır?

Dindarların içerisinde de alternatifler var. O şekildeki dindarlıktan bir şey çıkmayacağı anlaşıldı, bir tarafta kapitalizm var, sen geliyorsun kapitalizme abdest aldırıyorsun. E ne oldu, bir şey değişmedi, faizli bankacılık var sen gidiyorsun buna kâr payı diyorsun… Ben zekat veriyorum diyorsun, ama zekatı böyle verdiğin durumda dine kılıf buluyorsun, kapitalizme abdest aldırmak dediğimiz bu. Kur’an’ı Kerim’de Necm Suresi’nin 34. ayetinde malın kırkta birinin verilmesi üstü kapalı bir şekilde eleştirilir. Der ki, ‘Azını verir çoğuna cimrice sarılır.’ Bu, müşriklerin zekat veriş tarzıdır ve Ebu Cehil de bunu yapıyordu.

“ÖLÜM EN BÜYÜK EŞİTLEYİCİ İLKEDİR”

Siz Arapça biliyorsunuz, inceleyip öğreniyorsunuz Kur’an’ın ne söylediğini ama öte yandan sıradan vatandaş nasıl anlayacak?

Allah insanların zora düşmesini, acılar içinde kıvranmasını, dertler içinde boğulmasını ister mi, istemez. Bunlar çözülsün diye bir kitap göndermiş. O zaman kitaba bakacağız, bir acıyı dindiriyor mu, bir kalbe sevinç bırakıyor mu, bir derde deva oluyor mu? Ben buradan bakarım. Eğer bunları söylemiyorsa boştur. Benim öyle bir dine de, öyle bir kitaba da ihtiyacım yok. Hangi hakla Allah’ın verdiği havayı soluyan bir insan bir ekmek için kıvranıyor, aç geziyor ve o bir başkasında fazlasıyla var. Eğer sen çok önemli bir adamsan niçin mezara girdiğinde ona farklı muamelede bulunulmuyor ve bu farklı bir beyindir diyerek solucanlar senin beynini kemirmemezlik etmiyor. Toprağın altında ne erkek kalıyor, ne kadın, ne zengin, ne yoksul… Ölüm hayatın ve doğanın, dolayısıyla da Allah’ın herkesi eşitleyen acımasız bir yasasıdır. Ve bu anlamda ölüm en büyük eşitleyici ilkedir. “Bir güç, 70-80 yıl yapacağını yapsın, aşağı inmezse en onu indirmeyi bilirim.” diyor Allah. Bu, varoluşsal bir trajedidir. Bu niye böyle, niye buna karşı konulamıyor. Bir güç var ve belli aralıklarla insanları biçiyor. Fakat insanlar bunun farkında değil.

“28 ŞUBATÇILARA BOYUN EĞMEDİM, BUNDAN SONRA DA EĞMEM”

Bazı çok dik söylemleriniz var, korkmuyor musunuz? 1 Mayıs’tan sonra kızınız gözaltına alındı mesela.

28 Şubat’ta çok çektim ben, 30 davadan yargılandım, Kayseri Adliyesi’nde tanımadığım mübaşir yoktu. Alışkınım yani. 28 Şubatçılara boyun eğmedim bunlara mı eğeceğim?.. Zaten tanıyorum birçoğunu. İçlerinde birçoğu derslerime katılmış öğrencimdir. Benim söylediklerim aslında onlar için rahmet, bereket.

“DİNİN AFYON YÜZÜYLE ZENGİNLER İLGİLENİR”

Her şeyin iki yüzü vardır, bir afyon yüzü vardır bir de vicdan yüzü vardır. Din bir yüzüyle afyondur, onları uyuşturur. Hıristiyanlık da böyledir, Yahudilik de böyledir, Budizm de böyledir. Kitleleri futbol gibi sürükler. Meşgul de eder. Ama öbür yüzüyle vicdandır. Vicdan yüzüyle baktığımızda yeryüzündeki bütün dinler bir vicdanî patlamayla ve isyanla başlamıştır. Bir eşitlik, adalet talebiyle başlamıştır. Fakat aynı zamanda öbür yüzüyle dinler paradoksal bir şekilde isyanları bastırmanın da aracı olarak kullanılmıştır. İsyanla başlayanlar, dinin vicdan yüzüdür, insanoğlunun yeryüzündeki arayışıdır, çığlığıdır, ızdırabıdır, tasasıdır. Benim tavsiyem şu, lütfen dinin afyon yüzüyle çok fazla ilgilenmeyin, orada dini insanlara çekici kılacak hiçbir şey yok. Dinin afyon yüzüyle zenginler, mal sahipleri, saray ehli ilgilenir. Ama zaten mesakinler suskundur, her gün sömürülmektedir, Türkiye nüfusunun yarısından fazlası 3 bin tane aileye çalışmaktadır, onlar oturuyorlar biz onlar için vergi veriyoruz, koşturuyoruz… Hiçbir peygamber yoktur ki onun getirdiği din ondan sonra ters yüz edilmiş olmasın.

“İSLAMİYET DE TAHRİP OLMUŞ BİR DİNDİR”

Hz. Muhammed içinde mi geçerli bu?

Onun getirdiği din, Emevi döneminde, Abbasi döneminde, Osmanlı döneminde 1400 yıl içinde ters yüz edilmiştir.

Cumhuriyet döneminde?

Cumhuriyet dönemi de dahildir, orada da başka şeyler vardır. Bir molla sultasından seni kurtarıyor dini belki ama  diyalekt çerçevesinde bir vicdan meselesi haline getiriyor. Halbuki din sadece vicdan işi değildir. Din, vicdanla başlayan bir şeydir.

İslamiyet son dindir, bozulmayacak olan dindir, diye genel geçer bir öğreti vardır ya, bu söylediklerinize tezat değil mi?

Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, önceki dinlerin de aslında bozulduğu yok, ona inananlar bozuluyor, yaşam biçimleri bozuluyor. Kitapların verdiği temel mesajlar bakımından aralarında fark yoktur. Mesela ben elime Tevrat’la tüm Avrupa’yı dolaşsam, Kur’an’da verilen mesajların tamamını Tevrat ve İncil üzerinden veririm. Öncekiler bozuldu, öncekiler tahrip oldu; aslında birbirine karıştı demek. Hangi söz Allah’ın sözü, hangi söz Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in sözü… Hangi kavramdan ne kastettiği birbirine karıştı, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler onlardan başka başka şeyler anlamaya başladık. İsa da, Musa da, Muhammed de adalet diyor. Ama biz adaletten ne anlıyoruz, adaletten kendi tarafında olanlara vermeyi anlıyor adam. Dolayısıyla tahrip oluyor işte bunlar.

(Selma Kara/Röportaj Haber)

 

 

 

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here